TARİHÇİNİN NOT DEFTERİ
Köşe Yazarı
TARİHÇİNİN NOT DEFTERİ
 

CUMHURİYETİ ANLAMAK

Cumhuriyet, milli egemenlik ve demokrasi; kamu hukuku ile siyaset biliminde birbirlerini tamamlayan, bütünleşen kavramlar olarak kabul edilmektedir. Milli egemenlik, yönetimin halka ait olmasını ifade etmektedir. Bu nedenle monarşi, oligarşi gibi yönetim biçimleriyle taban tabana zıttır. Cumhuriyetin temel kaynağının halk iradesi olması ve bu iradenin ancak seçimlerle ortaya konabilmesi cumhuriyet, milli egemenlik ve demokrasi kavramlarının iç içe geçmesine, hatta kavram karmaşasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu noktada özellikle cumhuriyet teriminin doğru anlaşılması gerekmektedir, bu terimin doğru anlaşılması diğer kavramların anlaşılmasını daha da kolaylaştıracaktır. Cumhuriyet kelimesi Arapça kökenli bir kelime olan “cumhur” kelimesinden türemiştir. Cumhur dilimizde, “cemiyet, toplum, millet, kamu” anlamlarına gelirken cumhuriyet, “toplumun olan, topluma ait olan” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin batı dillerindeki karşılığı ise Latince “respublica” dır. Bu kelime Fransızca’ya “république” olarak geçmiş, batı dillerine yayılışı Fransızca üzerinden olmuştur. Kamu hukuku ve siyaset bilimi açısından cumhuriyet terimi, siyaset bilimi literatüründe; hükümet ya da devlet başkanının, halk tarafından belirli bir sürede belirli yetkilerle seçildiği, egemenlik hakkının bir kişi, aile ya da zümreye değil de halka ait olduğunu ifade eden yönetim biçimidir. Bununla birlikte cumhuriyet yalnızca yönetim biçimini değil aynı zamanda devlet biçimini de ifade etmektedir. Bir yönetim biçimi olarak cumhuriyet kavramının tarihsel kökeni Batı toplumlarında Antik Yunan ve Roma Medeniyeti’ne kadar giderken doğu toplumlarında İslâm Devleti’nde Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) dönemine kadar gitmektedir. Aristoteles’ten Fransız İhtilali öncesine kadar cumhuriyet, özgür bir toplumun, devlet ve belde yönetimine ortak olmasını, katkı sağlamasını ifade etmekteydi. Cumhuriyet kavramının devlet biçimini ifade eden bir kavrama dönüşmesinde Avrupa’da Batılı aydınların etkisiyle yaşanmaya başlayan dönüşüm sürecinin oldukça önemli bir etkisi vardı. Bu aydınlar arasında yer alan Jean Jacques Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde cumhuriyetin tanımını yapmakla kalmıyor, bu yönetim ve devlet biçimini farklı boyutlarıyla ele alıyordu. Rousseau’ya göre cumhuriyet, bireysel hak ve özgürlüklerin kurumsal, anayasal düzenlemelerle korunmasını hedefleyen, egemenlik haklarının halka ait olduğu devlet ve yönetim biçimiydi. Cumhuriyetin yaşatılmasında yurttaşlara büyük görev düşmekteydi. Cumhuriyet ancak yurttaşların kamu düzenine sahip çıkması, korunması, kolektif toplumsal bilincin oluşturulmasıyla korunabilirdi. Batı aydınlanmasının en önemli isimlerinden Montesquieu, “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde üç yönetim biçimi üzerinde durmaktadır; cumhuriyet, monarşi ve despotizm. Cumhuriyeti “erdem”, monarşiyi “şeref”, despotizmi “korku” ilkeleri ile açıklar. Bu ilkeler, yönetim tarzlarının toplumlar üzerindeki sosyal ve psikolojik tezahürlerini ifade etmektedir. Toplumsal birliğin korunmasında ve toplumsal düzenin sürdürülmesinde etkilidir. Montesquieu; cumhuriyeti, aristokratik cumhuriyet ve demokratik cumhuriyet olarak ikiye ayırmaktadır. Yönetim yetkisi tüm halka aitse o toplum, demokratik cumhuriyet modeline göre yönetilmektedir. Halk içerisinde yalnızca belirli bir kesme aitse o zaman bu yönetim modeli aristokratik cumhuriyete dönüşür. O, demokratik cumhuriyeti ve bu modelde uygulanacak anayasal düzende kuvvetler ayrılığı ilkesini sonuna kadar savunmaktadır. Cumhuriyetin dayanak noktası “erdem” dir. Erdemin dayanak noktası ise vatandaşların, yurt sevgisi içerisinde olması, kamusal düzene saygılı olması, toplumsal eşitliğe ve kanunlara inanmasıdır. Bu noktada Montesquieu’nun fikirleri Rousseau ile benzerlik göstermektedir. Her iki isim de bu düşünceleriyle siyaset felsefesi ve siyaset sosyolojisinde önemli yer edindi. Onların bu düşünceleri özellikle ölümlerinin ardından Fransa’da ve bütün Avrupa’da büyük ilgi gördü. Hatta tarihin en büyük halk ayaklanmalarından birisinin zeminini hazırladı. 1789’da başlayan Fransız İhtilali sonucunda milli egemenlik düşüncesi bütün dünyayı etkisi altına aldı ve XIX. yüzyıldan itibaren cumhuriyet ile yönetilen modern devletler kurulmaya başladı. Tanzimat Dönemi’nde batıda eğitim gören Jön Türkler (Genç Türkler), Avrupa’da yaşanan bu gelişmeleri yerinde gözlemlediler. Onlar da ülkelerine döndüklerinde toplumsal dönüşüm hareketinin öncüsü olmak istediler. Padişah otoritesine karşılık özgürlüğü, tebaa anlayışı yerine bireysel kimliğin inşasını ve anayasal düzene geçişi sonuna kadar savundular. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarına pek yer vermeseler de bu kavramlarla eş değer gördükleri “hürriyet” ve “istiklal” kavramlarını eserlerinde işlediler. Jön Türkler içerisinde bazı isimler, cumhuriyetin kaynağını yalnızca batı toplumlarında değil kendi iç dinamiklerinde de arayarak doğu-batı sentezi yapıyorlardı. Namık Kemal ve Ali Suavi’ye göre İslâm Tarihi’nde Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) dönemi halifenin, bir şura heyeti öncülüğünde halkın tercihi onayıyla seçildiği halk egemenliğine dayanan bir yönetim tarzının olduğu dönemdi. Bu nedenle cumhuriyetin kaynağını yalnızca batıda aramak büyük bir yanlıştan ibaretti. Binlerce yıl monarşi ile yönetilen doğu toplumlarının, cumhuriyet düşüncesini benimsemesi kolay olmadı. Bu noktada Türk aydını yalnızca Türk milletine değil tüm doğu toplumlarına öncülük etti. Önce 1876 sonra 1908 yılında ilan edilen (I. ve II.) Meşrutiyet ile birlikte Osmanlı’da rejim değişikliği yaşanıyor, milli egemenliğe geçiş sürecinin ilk adımı atılıyordu. “Hürriyet” düşüncesi, Osmanlı’nın son döneminde Türk aydını ve Türk milleti arasında giderek yaygınlaşan bir düşünce halini almaya başladı. Bu gelişmelerin yaşandığı dönemde genç bir subay olan Mustafa Kemal, askeri lise yıllarından itibaren Ziya Gökalp, Namık Kemal gibi Türk aydınları başta olmak üzere Jean Jacques Rousseau, Voltaire, Montesquieu’nun eserlerini okudu, bu aydınlardan etkilendi. Mustafa Kemal genç yaşlardan itibaren hürriyet ve milli egemenlik düşüncesinin en önemli savunucularından birisi oldu. II. Meşrutiyet’in ilanından önce Sultan II. Abdülhamid’in sert ve baskıcı politikalarına karşı çıkması nedeniyle 1905 yılında ilk görev yeri olan Şam’a sürgün edildi. Padişah egemenliğine karşı milli egemenliği savunmanın bedelini sürgünle ödedi. Bağımsızlığı ellerinden alınmaya çalışılan bir milletin umudu oldu; Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Emperyalizmin karşısında durdu. Bu savaşın neticelenmesinden bir yıl sonra cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilan edildiği tarihten beş yıl evvel (30 Ekim 1918’de) Mondros Ateşkes Antlaşması ile egemenlik hakları elinden alınan bir millet, beş yıl sonra bu antlaşmanın yıl dönümünden bir gün önce egemenlik haklarına kavuşuyor, Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor, Türk milleti küllerinden yeniden doğuyordu. Cumhuriyet, emperyalizme karşı sonuna kadar direnen Türk milletine, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının bir armağanıydı. Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin önemini şu sözlerle vurgulamaktaydı: "Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur." Bu yazı vesilesiyle ülkemizin kurucusu ve cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi, rahmetle, minnetle anıyoruz. Devletimiz ve cumhuriyetimiz daim olsun…
Ekleme Tarihi: 28 Ekim 2022 - Cuma

CUMHURİYETİ ANLAMAK

Cumhuriyet, milli egemenlik ve demokrasi; kamu hukuku ile siyaset biliminde birbirlerini tamamlayan, bütünleşen kavramlar olarak kabul edilmektedir. Milli egemenlik, yönetimin halka ait olmasını ifade etmektedir. Bu nedenle monarşi, oligarşi gibi yönetim biçimleriyle taban tabana zıttır. Cumhuriyetin temel kaynağının halk iradesi olması ve bu iradenin ancak seçimlerle ortaya konabilmesi cumhuriyet, milli egemenlik ve demokrasi kavramlarının iç içe geçmesine, hatta kavram karmaşasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu noktada özellikle cumhuriyet teriminin doğru anlaşılması gerekmektedir, bu terimin doğru anlaşılması diğer kavramların anlaşılmasını daha da kolaylaştıracaktır.

Cumhuriyet kelimesi Arapça kökenli bir kelime olan “cumhur” kelimesinden türemiştir. Cumhur dilimizde, “cemiyet, toplum, millet, kamu” anlamlarına gelirken cumhuriyet, “toplumun olan, topluma ait olan” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin batı dillerindeki karşılığı ise Latince “respublica” dır. Bu kelime Fransızca’ya “république” olarak geçmiş, batı dillerine yayılışı Fransızca üzerinden olmuştur. Kamu hukuku ve siyaset bilimi açısından cumhuriyet terimi, siyaset bilimi literatüründe; hükümet ya da devlet başkanının, halk tarafından belirli bir sürede belirli yetkilerle seçildiği, egemenlik hakkının bir kişi, aile ya da zümreye değil de halka ait olduğunu ifade eden yönetim biçimidir. Bununla birlikte cumhuriyet yalnızca yönetim biçimini değil aynı zamanda devlet biçimini de ifade etmektedir. Bir yönetim biçimi olarak cumhuriyet kavramının tarihsel kökeni Batı toplumlarında Antik Yunan ve Roma Medeniyeti’ne kadar giderken doğu toplumlarında İslâm Devleti’nde Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) dönemine kadar gitmektedir.

Aristoteles’ten Fransız İhtilali öncesine kadar cumhuriyet, özgür bir toplumun, devlet ve belde yönetimine ortak olmasını, katkı sağlamasını ifade etmekteydi. Cumhuriyet kavramının devlet biçimini ifade eden bir kavrama dönüşmesinde Avrupa’da Batılı aydınların etkisiyle yaşanmaya başlayan dönüşüm sürecinin oldukça önemli bir etkisi vardı. Bu aydınlar arasında yer alan Jean Jacques Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde cumhuriyetin tanımını yapmakla kalmıyor, bu yönetim ve devlet biçimini farklı boyutlarıyla ele alıyordu. Rousseau’ya göre cumhuriyet, bireysel hak ve özgürlüklerin kurumsal, anayasal düzenlemelerle korunmasını hedefleyen, egemenlik haklarının halka ait olduğu devlet ve yönetim biçimiydi. Cumhuriyetin yaşatılmasında yurttaşlara büyük görev düşmekteydi. Cumhuriyet ancak yurttaşların kamu düzenine sahip çıkması, korunması, kolektif toplumsal bilincin oluşturulmasıyla korunabilirdi. Batı aydınlanmasının en önemli isimlerinden Montesquieu, “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde üç yönetim biçimi üzerinde durmaktadır; cumhuriyet, monarşi ve despotizm. Cumhuriyeti “erdem”, monarşiyi “şeref”, despotizmi “korku” ilkeleri ile açıklar. Bu ilkeler, yönetim tarzlarının toplumlar üzerindeki sosyal ve psikolojik tezahürlerini ifade etmektedir. Toplumsal birliğin korunmasında ve toplumsal düzenin sürdürülmesinde etkilidir.

Montesquieu; cumhuriyeti, aristokratik cumhuriyet ve demokratik cumhuriyet olarak ikiye ayırmaktadır. Yönetim yetkisi tüm halka aitse o toplum, demokratik cumhuriyet modeline göre yönetilmektedir. Halk içerisinde yalnızca belirli bir kesme aitse o zaman bu yönetim modeli aristokratik cumhuriyete dönüşür. O, demokratik cumhuriyeti ve bu modelde uygulanacak anayasal düzende kuvvetler ayrılığı ilkesini sonuna kadar savunmaktadır. Cumhuriyetin dayanak noktası “erdem” dir. Erdemin dayanak noktası ise vatandaşların, yurt sevgisi içerisinde olması, kamusal düzene saygılı olması, toplumsal eşitliğe ve kanunlara inanmasıdır.

Bu noktada Montesquieu’nun fikirleri Rousseau ile benzerlik göstermektedir. Her iki isim de bu düşünceleriyle siyaset felsefesi ve siyaset sosyolojisinde önemli yer edindi. Onların bu düşünceleri özellikle ölümlerinin ardından Fransa’da ve bütün Avrupa’da büyük ilgi gördü. Hatta tarihin en büyük halk ayaklanmalarından birisinin zeminini hazırladı. 1789’da başlayan Fransız İhtilali sonucunda milli egemenlik düşüncesi bütün dünyayı etkisi altına aldı ve XIX. yüzyıldan itibaren cumhuriyet ile yönetilen modern devletler kurulmaya başladı. Tanzimat Dönemi’nde batıda eğitim gören Jön Türkler (Genç Türkler), Avrupa’da yaşanan bu gelişmeleri yerinde gözlemlediler. Onlar da ülkelerine döndüklerinde toplumsal dönüşüm hareketinin öncüsü olmak istediler. Padişah otoritesine karşılık özgürlüğü, tebaa anlayışı yerine bireysel kimliğin inşasını ve anayasal düzene geçişi sonuna kadar savundular. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarına pek yer vermeseler de bu kavramlarla eş değer gördükleri “hürriyet” ve “istiklal” kavramlarını eserlerinde işlediler. Jön Türkler içerisinde bazı isimler, cumhuriyetin kaynağını yalnızca batı toplumlarında değil kendi iç dinamiklerinde de arayarak doğu-batı sentezi yapıyorlardı. Namık Kemal ve Ali Suavi’ye göre İslâm Tarihi’nde Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) dönemi halifenin, bir şura heyeti öncülüğünde halkın tercihi onayıyla seçildiği halk egemenliğine dayanan bir yönetim tarzının olduğu dönemdi. Bu nedenle cumhuriyetin kaynağını yalnızca batıda aramak büyük bir yanlıştan ibaretti.

Binlerce yıl monarşi ile yönetilen doğu toplumlarının, cumhuriyet düşüncesini benimsemesi kolay olmadı. Bu noktada Türk aydını yalnızca Türk milletine değil tüm doğu toplumlarına öncülük etti. Önce 1876 sonra 1908 yılında ilan edilen (I. ve II.) Meşrutiyet ile birlikte Osmanlı’da rejim değişikliği yaşanıyor, milli egemenliğe geçiş sürecinin ilk adımı atılıyordu. “Hürriyet” düşüncesi, Osmanlı’nın son döneminde Türk aydını ve Türk milleti arasında giderek yaygınlaşan bir düşünce halini almaya başladı. Bu gelişmelerin yaşandığı dönemde genç bir subay olan Mustafa Kemal, askeri lise yıllarından itibaren Ziya Gökalp, Namık Kemal gibi Türk aydınları başta olmak üzere Jean Jacques Rousseau, Voltaire, Montesquieu’nun eserlerini okudu, bu aydınlardan etkilendi.

Mustafa Kemal genç yaşlardan itibaren hürriyet ve milli egemenlik düşüncesinin en önemli savunucularından birisi oldu. II. Meşrutiyet’in ilanından önce Sultan II. Abdülhamid’in sert ve baskıcı politikalarına karşı çıkması nedeniyle 1905 yılında ilk görev yeri olan Şam’a sürgün edildi. Padişah egemenliğine karşı milli egemenliği savunmanın bedelini sürgünle ödedi. Bağımsızlığı ellerinden alınmaya çalışılan bir milletin umudu oldu; Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. Emperyalizmin karşısında durdu. Bu savaşın neticelenmesinden bir yıl sonra cumhuriyet ilan edildi.

Cumhuriyetin ilan edildiği tarihten beş yıl evvel (30 Ekim 1918’de) Mondros Ateşkes Antlaşması ile egemenlik hakları elinden alınan bir millet, beş yıl sonra bu antlaşmanın yıl dönümünden bir gün önce egemenlik haklarına kavuşuyor, Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor, Türk milleti küllerinden yeniden doğuyordu. Cumhuriyet, emperyalizme karşı sonuna kadar direnen Türk milletine, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının bir armağanıydı. Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin önemini şu sözlerle vurgulamaktaydı: "Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur." Bu yazı vesilesiyle ülkemizin kurucusu ve cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizi, rahmetle, minnetle anıyoruz. Devletimiz ve cumhuriyetimiz daim olsun…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve gebzehurses.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.